- Hak ve Eşitlik (HEPAR) Partisi - https://hepar.org.tr -

ÇANAKKALE

Yazar: Hepar On 18 Mart 2013 @ 04:48 In Genel | Comments Disabled

cazim_gurbuz_slayt [1]

Çanakkale’den ve Hutbelerden Atatürk’ü Çıkarmak…
Cazim Gürbüz

30 Ağustos Zafer Bayramı’na denk gelen hafta Zafer Haftasıdır, o hafta Cuma hutbesinde hocalarımız bu haftadan söz ederler Diyanet’in buyruğuyla. Ederler ya, Devr-i AKP’de, o hutbelerde Eşsiz Atatürk’ün adı özellikle geçirilmez. Sanki o Zafer’in adı “Başkumandanlık Meydan Savaşı” değil, o zaferi kazanan da Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Atatürk değil. Şehit ve gazilere dua edilir, kahraman ordumuza övgüler düzülür, o kadar.

Geçtiğimiz Kurban Bayramının ikinci günü İzmit Yahya Kaptan’da Cuma namazında gittim, İmam Efendi hutbede Cumhuriyet Bayramına da değindi. Değindi ya, o Cumhuriyeti kuran kişiden hiç söz etmedi, şehit ve gazilere rahmet okuyup geçiştirdi konuyu. Sanki o cumhuriyeti “kanla ve irfanla kuran”, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” diyen o büyük insan değildir, onun adını anmak dine ve imana aykırılık oluşturmaktadır sanki.

O hafta bir yazı yazmış, bu İmam ve onun zihniyetindekilere şöyle seslenmiştim:
“O mensubu bulunduğunuz Diyanet Kurumu var ya, işte o kurumu eşsiz Atatürk kurmuştur. Din adamlarının maaşlarının nasıl karşılanacağını sormuştur konunun uzmanlarına, ‘cemaat ödesin’ yanıtına kızarak ‘Hayır çocuk, biz ödemeliyiz, onları cemaatin eline baktıramam’ demiştir. Şimdi o kurumdan ekmek yiyip o kurumu kuran o büyük insana düşmanlık ediyorsunuz, yazıklar olsun size!Devran hep böyle döner sanıyorsunuz öyle mi? Göreceğiz, göreceksiniz!”

Dedik ya, aldıran yok. İmam bildiğini okuyor. Geçen hafta cuma günü yine camideydik. Bu hocaların arkasında namaz kılınmayacağını biz de biliriz ya, camileri bu zihniyete kaptırmamak için gidiyoruz işte.

Yoksa ben de biliyorum namazımın olmadığını, içimden kalaylayıp duruyorum. Neyse sadede gelelim, bir Hocaefendi vaaz ediyor, merkezi yayın sistemiyle bütün camiler de dinliyor. 18 Mart Çanakkale Zaferi yaklaşıyor ya, Hoca Çanakkale’deki mucizelerden bahsediyor.

Atatürk yok o mucizelerin içinde. Bir Allah dostu, Hazreti Peygamberi rüyasında görmüş de, peygamberimiz demiş ki “Ben geçen hafta Çanakkale’deydim”. Cemaatten iki yana sallanıp ağlayanlar var. ”Yahu iyi de Filistin, Kanal ve Irak Cepheleri, Medine’ye daha yakın, Hazreti Peygamber oralara neden uğramadı, Yemen’de Müslüman Türk çocukları Müslüman Araplar tarafından arkadan vurulurken neden orada bulunmadı? Hazreti Peygamberi böyle saçmalıklara alet etmeye utanmıyor musun, Allah’tan kork!” diyen yok.

Tarih bilgisi yok, Hoca ne derse doğrudur. “Tayyiban Cumhuriyeti”ne dönüştük dönüşeli manzara-i umumiye böyle ne yazık ki.

Cumhuriyetin ilk yıllarında camilerde Atatürk’e, İnönü’ye ve Mareşal Çakmak’a hocaların nasıl dualar ettiğini, Sinan Meydan, “Atatürk ve Allah” adlı kitabında yazıyor. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, devrimcileri ve ülkücüleri kılıçtan geçirdi, tarikat ve cemaatleri ise palazlandırdı. İmam-Hatip Liseleri de bu kafadakilerin eline geçti. Yani artık otuz yıldır, Türklük özürlü din adamları yetişiyor oralardan. Bunlar da cemaati sinsi sinsi zehirliyorlar işte böyle.

Gelin şimdi o günlerde camilerde neler olurmuş, bir görelim, yine o günlerin gelmesi için sıvalayalım kolları.

Atatürk 1932 yılında Ankara’da bir akşam sofrasına Hacıbayram Camii imamı Sürmeneli Osman Hoca’yı da davet etmiştir. Atatürk güler yüzle karşıladığı hocaya “Hoca Efendi, yarın daha doğrusu bugün Cuma. Cuma hutbesinde cumaya gelenlere ne anlatacaksınız?” demiştir.

Bu beklenmedik soru karşısında önce biraz şaşıran Hoca, sonra kendini toplayarak şu yanıtı vermiştir.
-Cennet cehennemden bahsedeceğim.
-Güzel, başka neler anlatacaksın?
-Günahtan sevaptan bahsedeceğim.
-Başka, başka neler anlatacaksın Hoca Efendi?
-Haramdan helalden bahsedeceğim.

Atatürk ısrarla “Başka, Hoca Efendi, başka bir şeyler anlatmayacak mısınız?” diye sorunca, Hoca ne yanıt vereceğini bilemez. Herkes sessizlik içinde hocaya bakarken Atatürk müşfik bir sesle şunları söylemiştir:

-Hoca Efendi, elbette bunları anlatacaksınız. Bu sizin göreviniz. Ama başka görevleriniz de var. Başka şeyleri de anlatacaksınız. Asırlardan beri kara cehalet içinde bırakılan bu halka kimler doğruları anlatacak?

Camiler sadece yatıp kalkılan yerler değildir. Camiler yalnız dinin değil, siz aydın hocalar sayesinde başka doğruların, başka güzel şeylerin de konuşulup öğrenildiği yerler olacaktır. Binlerce şehidimizin kanı pahasına elde ettiğimiz bağımsızlığımızın, cumhuriyetimizin, devrimlerimizin nimetlerini sizler halkımıza anlatmayacaksınız da kim anlatacak?

Atatürk’ün bu sözleri üzerine Hoca, “Haklısınız Paşam” demiştir. O gece Atatürk yarınki hutbenin “Cumhuriyet ve nimetleri” konusunda olmasını kararlaştırmıştır. Daha sonra da hutbenin içeriğiyle ilgili görüş alışverişinde bulunulmuştur.

O gece o masada bulunanlar gündüz Hacı Bayram Camisinde Cuma namazına gitmişler ve hocanın verdiği ‘cumhuriyetin getirdikleri’ konulu nefis hutbeyi dinlemişlerdir.

O yıllarda hutbelerde Atatürk’ün adı geçerdi, bugün ya hiç geçmiyor, ya da yasak savılıyor.
Atatürk’ün arzusu üzerine 5 Mart 1924’te hutbelerde ad okunmaksızın, millet ve cumhuriyetin saadet ve selameti için dua edilmesi için vilayetlere tebligat gönderilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında camilerde Atatürk’ün adı eksik olmazken; aradan geçen yıllar, Atatürk’ün adının camilerden uzaklaşmasına, daha doğrusu uzaklaştırılmasına tanıklık etmiştir.

Cumhuriyetin ilanından üç yıl sonra, 1926 yılında yazılan ‘Hutbe Hocası’ adlı kitabın içeriği, Atatürk’ün ve genç cumhuriyetin hutbeler konusundaki yaklaşımını göstermesi bakımından çok önemlidir.

Kitabın bir bölümünde aynen şu ifadelere yer verilmiştir:
“Fecr Suresi… Aziz Müslümanlar, okuduğum ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, geceleyin seyr ü sefer edileceğini bildirmiştir… Manevi karanlıkları ancak Allah’ü Teala giderir. Bizim için büyük nimet olan Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı ve İsmet Paşa’yı ancak Allah yetiştirdi.

Onlar ile Türk, Müslüman topraklarını aydın ve temin etti. Harp planlarını hazırlamayı o arslanlara nasip etti. Binaenaleyh, onlara secianede teşekkür, Allah’ü Teala Hazretlerine teşekkür etmektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya durdukça dursun. Cenab-ı hak, Gazi Mustafa Kemal Paşa’mızı, ektarı maneviye ve maddiyeden masun ve mahfuz eylesin. Amin…”

Nasıl? İçiniz sızladı değil mi? Nereden nereye? Ama durun 18 Mart geldi yine, yine ne hurafeler dinleyeceksiniz. “Memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar”la “Şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhid edenler”, Atatürk’süz Çanakkale gayreti içinde olacaklar yine.

Bunlara karşı size panzehir vermek istiyorum. Gerçek Çanakkale’den manzaralar sunacağım.

Evet işte ilk görüntü: Çanakkale Cephesine gitmiş, tümenini bulmuştur Mustafa Kemal, ertesi gün tümenini toplar subaylarına der ki: “Bir ordunun ruhu subaylardır. Subay ne kadarsa, ordu da o kadardır. Orduyu subay yapar. Askere örnek olun. Kendinizi iyi yetiştirin. Sırf askeri bilgiyle iyi asker olunmaz. Okuyun. Sanat ilgi duyun. Hayata bakın. Düşünen asker olun. Hepinizden askerlerinizin ruhunu, beynini yurt sevgisiyle kararak, bilgiyle donatarak eğitmenizi istiyorum. Gözüm her an üzerinizde olacak. Görevde yanlışlığı bağışlamam, bağışlayamam.”

Bu sözler size, Çanakkale’deki 42.Alayın son kumandanlığını yapmış olan Sayın Genel Başkanımızın Hakkâri’de subaylarına hitaben yaptığı ve “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok” kitabına da aldığı konuşmayı hatırlattı mı? Bir şeyi fark ettiniz mi? Atatürk’ün o konuşmadaki emir ve tavsiyelerine harfiyen uyan ender askerlerden biridir Osman Paşa.

İkinci manzara… Bombasırtı vakası… Bakın neler anlatıyor Ulu Gâzi:
“Size Bombasırtı vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşı siperler arasında mesâfeniz sekiz metre, yâni ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tümüyle düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidâl ve tevekkül biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir bezginlik bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler, ellerinde Kur’ân-ı Kerîm, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, Kelime-i Şehâdet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, hayrete ve tebrike değer bir misâldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muhârebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”

Yeter mi? Hayır. Size Topkapılı Cambaz Mehmet’i de anlatmam gerek.

Topkapılı Cambaz Mehmet Destanımdan bir bölümü sunayım önce:
Çanakkale’de Karabudundan bir erdi
Topkapılı Cambaz Mehmet.
Ölümün üstüne üstüne giderdi.
Yiğitten anlayan yiğit Mustafa Kemal
Onu yakından izlerdi.
Gözüpekti Mehmet
Cambazıydı kahramanlığın.
Görevden kaçmıyordu
Görevi kapıyordu
Ne iyi yapıyordu
Attığını vuruyordu Cambaz Mehmet
Salladığı bıçak yerini buluyordu.
Koştu mu yakalıyordu
Kaçtı mı yakalanmıyordu.
Algısı ve kavrayışı da koşması kadar hızlı
Yetenekli ve becerikli.
Ve mazlumlara çok merhametli.
Böyle özel bir insan er kalmamalı
Mutlaka rütbeler verilmeliydi.
Onbaşı yaptı Mustafa Kemal onu
Ve kısa zamanda çavuş.
Terfiyelerini kendi eliyle taktı.

Bu kadar mı?
Hayır?

Mustafa Kemal’e düşman tarafına dair bilgi lazım, Mehmet’e “Bana dil lazım” demesi yeterli, hemen gidiyor karşı tarafa, bir düşman askerini alıp geliyor. Konuşturuyorlar, düşmanın halini anlayıp ona göre hareket edip başarı sağlıyorlar.

Değerli bir yazar var adı: Nurten Arslan. Atatürk’ün hayatının romanını yazıyor. “Küçük Anılarda Büyük Sırlar” dizisinden beş cilt yazdı (altı cilt daha yazacak) , hepsini okudum ve Yeniçağ Gazetesi’ndeki köşemde bu kitaplar hakkında övücü yazılar yazdım. Devamı gelince yine yazacağım. Sizlere de tavsiye ederim bu eserleri.

Nurten Hanımefendi “Bir Kahraman Doğuyor” adını verdiği ilk ciltte Çanakkale Savaşına dair şu ilginç anıları aktarıyor:
“Kemal de çılgının birisiydi. O akşam, en ileri siperin en ilersindeki ucuna oturmuş sigara tüttürüyordu ki bir İngiliz bataryası ateşe başladı. Bombalardan biri beş yüz metre kadar önüne düştü. İkinci bomba Kemal’e daha bir yaklaştı, iki yüz metre önüne düştü. Üçüncü bomba ise yüz metre ilersinde patladı.
Dördüncü bombanın tam Kemal’in üzerine düşeceğini anlayan siperdeki subaylardan biri bağırdı:
-Kumandanım hemen sipere girin!

Son patlayan bombanın kaldırdığı toz, Kemal’in üstünü başını berbat etmişti; fakat o hiç istifini bozmuyordu.

Birkaç subay daha siperlerden başlarını çıkardılar:
-Kumandanım, bu sefer tam başınızda patlayacak!

Kemal onlara dönüp bağırdı:
-Boşuna nefes tüketmeyin, kaçarsam askerlerime kötü örnek olurum.
Sonra biten sigarasının izmariti ile yeni bir sigara yaktı ve havaya üfledi. Cambaz Mehmet kendisini engellemek isteyen subayları dinlemeyerek siperden çıktı ve bir çırpıda Kemal’in yanına geldi. Hiç olağanüstü bir durum yokmuş gibi kumandanına selam verdi.

Kemal, Cambaz Mehmet’in çılgın bir asker olduğunu biliyordu:
-Burada ne işin var çocuk, görmüyor musun ateş altındayız?
-Meraklanmayın kumandanım, yanınızda oldukça emniyetteyim. Nasılsa kurşunlar yanınıza uğramaya cesaret edemiyor.

Kemal, Cambaz Mehmet’in ensesine bir sevgi şamarı vurdu:
-Ver şu tüfeği.

Tüfeği aldı, ayağa kalktı. Avusturya ve Fransız siperlerine birkaç kurşun attı. Birkaç dakika sonra ad karşı siperlerden kurşun yağmaya başladı. Kemal, Cambaz Mehmet’i yanına aldı ve yavaş yavaş siperlere döndü. Ne kendisine, ne de aynındaki Cambaz Mehmet’e kurşun isabet etmemişti.

Mehmetçikler başlarındaki kumandana kurşun işlemediğine samimiyetle inanmışlardı. Bu inançla olağanüstü bir cesaretle dolmuşlar, çelik bir yay gibi gerildikçe gerilmişlerdi.
Kumandan şah olunca, Mehmetçik de şahlanmıştı…”

İşte mucize budur Molla Efendiler, bırakın palavraları…

Bırakmazlar… “Cevat Paşa denize bakar, denizin üstü nura gark olmuştur. O nurun içinde kef ve vav harflerini görür. Anlamını çözemez, oysa kef ve vav harfleri ebcet hesabında 26’ya tekabül eder. Çözemeyince yine rüyada Yüce Allah seslenir kendisine: ’Ey Cevat, depolarındaki 26 mayını denize döşe’, o da döşer. Nusrat Mayın gemisiyle boğaza döşenip müttefik gemilerinin canına okuyan mayınlar bunlardır işte” diye atmaya devam ederler.

Atsınlar biz gerçek mucizeleri çarpacağız yüzlerine işte onlardan biri.

Turgut Özakman Usta’nın “Diriliş-Çanakkale 1915” kitabından:
“Doğu ufku aydınlanıyordu. Uzakta okunan bir ezan dalgalanarak yansımaya başladı. Mustafa Kemal yüksekçe bir yere yürüdü. Durdu. Askerlerine baktı. Soluk şafak ışığında binlerce çelik süngü ve demir yüz parlıyordu. Subaylar ve askerler de alacakaranlık içinde hayal gibi görünen komutana bakıyorlardı.
Mustafa Kemal, kırbacını havaya kaldırdı, bir süre öyle tuttu, bütün birlikler görmüş olmalıydı, hızla indirdi.

Subaylar yüreklerini koparırcasına haykırdılar:
-Haydiiiii!

Askerlik tarihinde bir daha eşine rastlanmayacak olan büyük bir süngü hücumu başladı. Binlerce subay ve asker, tek bir beden gibi hızla ileri atıldı. Lav gibi aktı.

Yer gök subayların ve Mehmetçiklerin savaş çığlıkları ile sarsılmaktaydı:
-Allah Allah Allah Allah Allah!

Kısa zamanda Conkbayırı’nda tek bir canlı düşman kalmadı. Lav yayıldı, ilerledi. Yarlar, uçurumlar, vadilerle dolu vahşi arazide amansız boğuşma sürüp gitti. Kaçan askerleri yakalamak için çılgın Türkler yarların tepesinden aşağı atlıyorlardı. Dirilir gibi toprağın altından çıktıkları gibi şimdi de kuş gibi uçuyorlardı.

Uçan Türkler bir Çanakkale efsanesi olarak kitaplara geçecekti.”

İşte bu…

Mucize de arıyorsan bu, keramet de arıyorsan bu, evliya da arıyorsan bu uçan Türkler işte. Bu yetmezse, Diriliş’in 442. sayfasına bakınız. Orada ilk kez muharebeye katılan subay adayı İrfan’ın notlarında var yürek mucizesinin şifreleri.

Allah’ım!…
Büyük Allah’ım!
Sen doğrunun yardımcısısın, bu millete gerçekleri gösterebilmemiz için bize imkân ver, ilham ver, fırsat ver, ceht ver…

Amin Amin Amin!

803 Kez Toplam, 1 Kez bugun okundu


Sayfa Kaynagi: Hak ve Eşitlik (HEPAR) Partisi: https://hepar.org.tr

Yazdirilacak Sayfa: https://hepar.org.tr/canakkale.aspx

URLs in this post:

[1] Image: https://hepar.org.tr/wp-content/uploads/2014/05/cazim_gurbuz_slayt.jpg

© 2014 Hak ve Eşitlik (HEPAR) Partisi.